Nilüfer Belediyesi, 14 Mayıs-31 Temmuz tarihleri arasında, Nilüfer ilçesinde yer alan 6 farklı mekânda, 27 sanatçının çalışmalarına yer veren "Yukarı Bak, Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları” adlı sergiyi ağırlıyor. Yekhan Pınarlıgil küratörlüğünde gerçekleşen sergi, politik konulara umut dolu, pozitif bir perspektiften yaklaşıyor.
Şehrin kültürel kimliği, tarihi, dönüşümü ve geleceği ile diyaloğa geçen lokasyonlarda mekân ve sanat arasında güçlü ilişkiler kuran sergiyi küratörü Yekhan Pınarlıgil’den dinledik. Kahkaha atarak, renkleri, dansı ve ritmi kullanarak içine sıkıştırıldığımız kalıpları kıran, bizleri kontrol altında tutmak için yapılanmış iktidarları sorgulayan ve bizlere özgürlük alanları açan yaşamsal stratejileri deneyimleyen sanat eserlerini bir araya getiren "Yukarı Bak, Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları”nı 31 Temmuz’a dek ziyaret edebilirsiniz.
Serginin küratörü Yekhan Pınarlıgil
Yukarı bakmak bana umudu çağrıştırıyor. Bir şey hayal ederken, bir şey dilerken başın otomatik yukarı kalkması geliyor ilk aklıma. Kahkaha atarken de böyle yaptığımızı sen deyince fark ettim, ne kadar doğru. Serginin buradan yola çıkması çok ilham verici. Ama bir yandan günümüzde ne yazık ki unuttuğumuz, birbirimize hatırlatmamız gereken bir şey bu. Sen ne düşünüyorsun?
Yukarıda olan ve olduğunu varsaydığımız şeyler var. Bir yandan gökyüzü, gece sonsuz bir karanlıkta ışıltılı bir boşluk ve baş döndürücü bir uzaklık, gündüz mavi-gri-beyaz bir perde, perdenin sakladığı asla yaklaşamayacağımız sıcak sonsuz ışık kaynağı. Arkasındaki sahneyi görmüyor, hayal ediyoruz. Düşünebildiğimiz en uzak, en büyük, en görkemli imgeleri bu sonsuz boşluğa yerleştiriyoruz. Başka dünyalar var orada, tanrı var, Ikarus var, mitolojiler var. Umut da sanırım bunlardan en önemlisi. Aşağıda, yani yeryüzünde bir anlam veremediğimiz varlığımıza perdenin arkasında anlam arıyor gibiyiz. Başımızı belki de bu yüzden sıklıkla umuda doğru çeviriyor, yukarı bakarak varoluşa tanrıdan anlam dileniyoruz.
Umut zihinsel bir refleksse eğer kahkaha biraz daha bedenle ilgili. Diyafram kasılmasıyla gerçekleşiyor, bedenin en içlerinden önce gülümsemeyle birlikte yüzeyine, sonra dışarı, yukarı doğru yayılıyor. En içeriden en yukarıya doğru bir hareket, bir patlama ya da bir sarsıntı. Üstelik paylaşılabilen, hatta bulaşıcı…
Ciddiyete esir edilmiş toplumlarda yaşıyoruz. Ataerkil ideolojinin etkisi olsa gerek, eril tahakkümün somurtan yüzü saygı görüyor, ciddiyetle söylenen söz dinleniyor, sabit kalmak istikrar göstergesi oluyor, koyu ve karanlık renkler yönetmek için kullanılıyor. Ciddiyetle ağırlık arasında, sabitlemek, kontrol altına almak konusunda içten bir bağ var. Kahkahaysa kişiyi hafifleten, yukarı doğru çıkaran bozguncu bir hareket olarak karşımızda. "Gülme, benliğin gün ışığına çıktığı bir aralıktır" diyor konu üzerine müthiş bir etüt yazmış olan Anca Parvulescu. "Ciddiyet, ağırbaşlılığın bir fonksiyonudur: Baskıcı ağırlığın, kurşun ağırlık etkisinin, özdeyişte dendiği gibi uçmak isteyen kişiyi aşağı çekmenin meselesidir bu."
"Yukarı Bak, Sınırlı Coğrafyanın Yıldızlı Ufukları”, politik konulara umut dolu, pozitif bir perspektiften yaklaşmayı hedefliyor. Buna denge kurmanın maharet olduğu ince bir çizgide yürümek diyebiliriz bir nevi. Sen küratöryel tarafta bu dengeyi nasıl sağladın?
Denge sağlamak için yola çıktığımı söylemem doğru olmaz sanırım, ancak böylesine maharetli bir çizgide yürüyebildiysem ne mutlu bana. :) Bu durum sanırım bir ihtiyaçtan doğdu. Politik içerikli sergiler (barbar bir tanımlama kullanıyorum, affola) genellikle ciddi ve somurtkan, ağır ve vakur bir duruş ediniyorlar, ancak bu tam da karşı durmaya çalıştığımız baskıcı tarzın taktikleriyle, onunla mücadele etmek anlamına geliyor. Benim isteğim bundan diyalektik olarak da uzaklaşmaktı. Tahakküm kuranı kendi diliyle değil, küçük ve aşağı gördüğünün tavrı ve tutumuyla eleştirmek, ciddiyetsiz kabul edip hâkir gördüğünün var olmak için ona ihtiyacı olmadığını anlatmaktı.
Sergi çerçevesinde altı farklı mekân, 27 sanatçı ve bir şehir bizi karşılıyor. İstanbul dışında bir güncel sanat sergisi yapmak yeterince iddialıyken bunun bir de farklı mekanlara yayılması ve bu denli sayıda bir sanatçı kitlesini kapsaması çok kolay olmasa gerek. Hazırlık süreci nasıldı?
Çok kolay oldu dersem yalan söylemiş olurum, ancak samimiyetle söyleyebilirim ki Nilüfer Belediyesi’nin kültür birimleri serginin sorunsallarına Türkiye’deki bir resmi kurumdan beklenmeyecek şekilde esnek ve açıklıkla yaklaştılar. Ancak bu sorunsallar yapmaya alışık oldukları küçük sergilerle çalışılamayacak kadar karmaşık ve derin konulardı. Nilüfer ilk defa bu denli büyük bir güncel sanat etkinliği hazırladı, hatta belki ilk defa Nâzım Hikmet Kültürevi’nden dışarı çıkıp şehrin farklı yerleşkelerinde, farklı kesimlere bu tür bir sergi götürdü. 150’den fazla büyüklü küçüklü eser var. Üstelik çok farklı medyumlarla üretilmiş işler: Videolar, yerleştirmeler, heykeller, fotoğraflar, yağlı boyalar, desenler, şiir, edebiyat var… Çok farklı sanatçılar var, Türkiye’den, İran’dan, Fransa’dan, Danimarka’dan, Almanya’dan…
Bir yandan çok genç, yeni üretmeye başlamış heyecanlı sanatçılar, diğer yandan son derece tanınmış, külliyatları etkileyici sanatçılar. Zorlanacağımızı bilerek yola çıktık, ancak sanırım öğretici de oldu. Ve umuyorum ki bundan sonrası için bir başlangıç olacak. Kültürün İstanbul gibi metropollere hapsedilmiş olması çok yazık. Ben biraz naif bir şekilde sanatın yaşamı değiştirme gücü olduğuna inanıyorum, bu yüzden de her tür farklılığın çok daha kolay bir biçimde görünmez hâle geldiği İstanbullardan çıkmasının elzem olduğunu düşünüyorum. Ancak naifliği çok da abartmamak gerekir; her ne kadar bu yavaş yavaş değişmeye başlasa da gösterilen eserler büyük çoğunlukla metropol bağlamında üretilmiş, orada gösterilen işler; aynı şekilde sanatçılar da serginin hazırlık aşamasında çalışan diğerlerimiz de yine büyük şehirlerde varlıklarımızı sürdürmek durumundayız.
Soru soran, sorgulayan, kalıbından taşan eserler bu sergi kapsamında bir araya geliyor. Sence çalışmalar arasındaki en güçlü bağ ne?
Esasında sohbetimizde birçok kez hissedildiği üzere sanırım eserleri birbirine bağlayan en önemli unsur hafiflikleri ve hafifliklerinden ayırmak istemeyeceğim derinlikleri. Birbirine bağlanma konusunda Vahit Tuna’nın tüm mekânlara yerleştirdiğimiz işini düşünmeden edemiyorum. “Kirli ve Kibirli” adlı eser biraz da bu geçişin, ortak noktanın sembolü gibi oldu. Bir yer süpürgesi, vileda tabir edebileceğimiz cinsten, her evde her dükkânın dolabında olabilecek saçaklı bir yer bezi, ıslak ve tozlu, içinde bulunduğu mekânın tüm kirini pasını üzerinde taşıyor, ama vakur bir şekilde hatta isminden de anlaşılacağı üzere biraz da kibirle dimdik ayakta duruyor. Unutulmuş gibi unutanın küstahlığını umursamadan.
Seçkideki çalışmaların ortak özelliklerinden biri de eleştirel yönleri diyebilir miyiz?
Evet tabii ki diyebiliriz. Sergideki eserler kahkaha, renk, müzik ve dans gibi ciddiyetsiz ve hafif kabul edilen ve tam da bu yüzden ciddiyeti bozguna uğratan eleştirel bir güce sahipler. Tek tek sanatçıları saymak imkânsız ama içlerinden bir kaçını düşünecek olursak Merve Morkoç’un tanımsız formlardaki renkli heykelleri, Ghazel’in ve Extramücadele’nin kurumlarla alay eden tutumları, Tayfun Serttaş’ın müzesi, Gözde İlkin’in ve Güneş Terkol’un kumaş işleri, Şafak Şule Kemancı’nin pırıltılı boyamaları hafifliğe teğellenen eleştiriye örnek oluşturuyorlar.
Belki ilk bakışta direkt göze çarpmasa da sergi dil ile de güçlü bir diyalog kuruyor diye düşünüyorum. Sence?
Çok haklısın, sergi birkaç farklı açıdan dil ve edebiyatla diyalog kurma derdinde. Öncelikle sanatçılar arasında şairler var, şiirleriyle sergiye katılıyorlar. Cihat Duman’ı duvarda, Ali İbrahim Ünal’ı videoda, Pamela Sneed’iyse Onur Sakarya’nın sesi ve Türkçesinden dinliyoruz. Bunlara paralel olarak Tayfun Serttaş’ın müzesinde, Gözde İlkin’in video yerleştirmesinde ve Yasemin Bihter Adalı’nın yastıklarında da şiirle karşılaşıyoruz. Bir de sergilerin ve sergideki eserlerin isimlerine de sürprizleri bozmadan dikkat çekmek istiyorum, eminim ziyaretçilerin de hoşuna gidecek.
Bize sergi mekânları ve kendi içlerindeki temalardan biraz bahseder misin?
Nilüfer’in bundan önceki sergilerine ev sahipliği yapmış Nâzım Hikmet Kültürevi biraz orta nokta gibi işliyor. Bu alanda izleyicilerle iki ayrı monografi olarak tabir edebileceğimiz sergi buluşuyor. Tayfun Serttaş ikinci katta, “Doğa Tarihi Müzesi”ni hem müze kurumuyla hem de tarih yazımıyla alay ederek kurdu. Hayvan bedenleri üzerinden Fransız aydınlatmasının Osmanlı’daki yansımalarını ve günümüzde evrim teorisini göz ardı etmek için çabalayan dinin etkisi altında can çekişen sözde bilimsel tarihi eleştiriyor. Canan ise kültürevinin alt katında izleyicileri efsunlu bir dünyaya çağırıyor. Toplumsal hayal gücünü şekillendiren masallar ve efsaneler karanlıklardan kurtulup ışıltılılarını, aşk, şehvet ve zevk dolu sembollerini geri kazanıyorlar. Bu iki sergiyi de bir döngü şeklinde kurgulanmış genel serginin çıkış ve varış noktaları olarak düşünmek mümkün.
Pancar Deposu’ndaki “Haz, Işıltı ve Kahkaha” adlı bölüm bütün etkinliğin kalbi gibi, en cümbüşlü yeri aslında. Heyecanlı biraz, festival gibi adeta, çok sayıda iş ve sanatçı ağırlıyor. Ses biraz yüksek, binanın büyüklüğüne ve tavanların yüksekliğine rağmen görsel olarak yoğun, bol renkli ve ritimli. Yapının mimarisine hemen hiç dokunmadan, mümkün olduğunca bölme kullanmamaya gayret ederek hazırladım, böylelikle mekân içinde ilerlerken işleri farklı açılardan algılayabiliyor, aralarındaki değişen diyalogları okuyor ve onları farklı şekillerde bağlamla ilişkilendirebiliyoruz.
Balat’taki Meteor/Balat Kültürevi daha "white cube"vari bir mekân. Buna uygun olarak, ismini Henning Christiansen’in bir işinden alan "Özgürlük Köşenin Hemen Ardında" biraz daha sanat tarihine mal olmuş eserlere ve onlarla ilişkilendirebileceğimiz sanatçılara odaklanıyor. Sergiyi en içten en dışarıya, bilinçaltından tene, içgüdüden kimliğe olan hareket etrafında kurguladım. Dan Perjovschi’nin kahkaha dolu, naif ama bir o kadar da etkili çizgi karakterlerinden İnci Eviner’in dans eden hibrit bedenlerine ve Fatoş İrwen’in kimliklerini saçların arkasında bırakmış kadınlarına, Canan’ın çığlık atan yüzlerine, kontrolden kaçarak köşenin hemen arkasına, öyle ya da böyle yelken açmış bir dizi kahramanın hikâyelerini izliyoruz.
Merkezden biraz uzakta, Gölyazı’daki Aziz Panteleimon kilisesindeki serginin adı "İnce Elemek Sık Dokumak". Bina, mübadeleden hemen önce tamamlanmış ancak hemen hiçbir zaman ibadete tam olarak açılamamış, yanmış ve son derece sade bir stille restore edilmiş bir Ortodoks kilisesi aslında. Alışıldık benzerlerinden çok farklı. İkonalar, kumaşlar, altın varaklar ve vitraylarla dolu ruhani ortam yerine beyaz duvarlar ve bol ışık karşılıyor gelenleri. Ve sergi dolayısıyla, Güneş Terkol ve Gözde İlkin’in kumaş işlerini, işlerin yüzeylerindeki iğnenin ve rehberlik ettiği ipliğin bıraktığı izleri görüyorlar. Dini imgelem sisteminin kontrolcü stratejisinin çok dışındayız, alışıldık çağrışımlar yerine insana daha yakın, kendi hikâyelerimizle doğrudan bağlantılı detaylardan yeni hikâyeler yazılan bir dünyadayız.
Eski bir Rum köyü olan Misi’deki Fotoğraf Müzesi’nde genç Fransız fotoğrafçı Marguerite Bornhauser’in renkli orta boy çalışmalarını görüyoruz. Serginin ismini çok seviyorum: “Siyah Yandığında”. Gölgeler çıplak tende, farklı dokulu yüzeylerde motifler oluşturuyor, iz bırakıyorlar. Zaman zaman aşırı siyahlarda kayboluyor sonra kaynaklarından emin olamadığımız ışık lekeleriyle renklere ulaşıyoruz, gözler kapalı, düş içindeyiz sanki, uykunun hemen öncesinde bir gündüz düşü hâli.
Yine Misi köyündeki Edebiyat Müzesi’yse "Türkiye’nin Yeraltı Suları: Fanzin Edebiyatı” adlı sergi, Onur Sakarya küratörlüğünde, 1960’lardan bu yana Türkiye’de fanzine odaklanıyor. Yine yeraltı kaynaklarından gün ışığına bir yolculuk, unutmaya uğraştığımız resmi olmayan yakın tarihe arkeolojik bir müdahale.
Seçkide mevcut çalışmalara ek olarak bu sergi özelinde üretilen işlerle de karşılaşıyoruz sanırım?
Açıkçası sergiyi kurgularken çok büyük ölçüde var olan eserlerden yola çıktım. Bienaller ve farklı boyutlardaki kurumların "yeni işler" konusundaki aşırı hevesleri beni biraz düşündürüyor. Bıkmadan eleştirdiğimiz tüketim toplumunun içinden çıkılmaz dehlizlerinden biri de bu sanki; iş üretiliyor, birkaç hafta bir sergide görülüyor, sonra çok küçük bir azınlık haricindekiler en iyi ihtimalle özel ya da kurumsal koleksiyonerlerin mahzenlerinde, çoğunlukla da depolarda unutuluyor. Hâlbuki gösterilirken içeriklerinden ikna olduğumuz, söylemlerinin önemlerini defalarca vurguladığımız çalışmalar bunlar.
Ancak tabii ki doğalarının gereği, yerleştirmeler serginin mekânlarına adapte olacak şekilde yeniden düşünüldüler. Canan ve Tayfun Serttaş’la senografiyi bu yönde oluşturduk. Şiirleri mekâna uyacak şekilde okunur ya da dinlenir hâle getirdik. Yine aynı şekilde, Ateş Alpar’ın trans, dragqueen ve crossdresser’lerin performanslarını fotoğraflayarak oluşturduğu inanılmaz arşivinden bir kesit için uygun bir yerleştirme şekli düşündük. Berk Kır’ın fotoğrafları da yine mekânın morfolojisine uygun olacak şekilde basılıp asıldılar.
Erinç Seymen’in "Sigortalı" adlı son derece manidar çalışması sergide bu konuda bir istisna sanırım. Daha önce artırılmış gerçeklikle yaptığı QR koduyla okunabilen eserini "Yukarı Bak" için video yerleştirme olarak tekrar düşünüp hazırladı. Üst üste konmuş shot bardaklarından oluşmuş kuleler boşlukta sallanıyorlar. Bir yandan dans eder gibiler, ama biraz dikkat ettiğimizde kulelerin son derece kırılgan olduklarını fark ediyoruz. Bardaklar iç içe geçmiyor, kenarlarından köşelerinden birbirlerine temas ediyorlar, kuleler yıkıldı yıkılacak sanki, büyük zorluklarla yaptığımız bu sergi, aynen üzerinde yaşadığımız dünya, içinde bulunduğumuz toplumsal yapı gibi… Felaketten hemen önceki, düşünmek ve bazı şeyleri değiştirmek için son şans mı? Yoksa kaçınılmaz olandan önceki son fiesta mı? :)