Mimarlık, teknoloji ve yeni medya kesişiminde multidisipliner deneyimler tasarlayan mimar, araştırmacı ve sanatçı Güvenç Özel’in Spektrum isimli çalışması bu yıl ilk kez Contemporary İstanbul’un 17. edisyonu kapsamında sanatseverlerle buluştu. Deneyimleyenleri fiziksel gerçeklik algısından sanal gerçeklik algısına yolculuğa çıkaran Spektrum’un hikayesini ve bu özel eseri ilk kez sergilediği Haliç’le ilişkisini dinlemek üzere Güvenç Özel’le bir araya geldik.
“22 senedir Amerika’dayım. Lisans eğitimimi Bennington College’da sanat okuyarak tamamladım; sanat ve felsefe odaklı bir eğitimdi. Sonrasında yüksek lisans eğitimimi Yale Üniversitesi’nde Mimarlık üzerine yaptım. Mezun olduktan sonra da Los Angeles'a taşınıp Frank Gehry’nin ofisinde çalışmaya başladım. Bu süre zarfında Frank Gehry’nin ofisinde ağırlıklı olarak çalıştığım proje, Paris’teki Louis Vuitton müzesi projesiydi. O projede üç sene kadar çalıştıktan sonra kendi işlerime odaklanmak için oradan ayrıldım. O günden bu yana ilk etapta daha çok mimarlık ağırlıklı bir pratikte devam ederken sonrasında biraz daha mekânsal enstalasyon, mimari ve teknolojinin kesişimi gibi konularda çalışmaya başladım. Tasarım ve insanın teknolojiyle olan ilişkisi, geçmişten bugüne kariyerimin ana odağında yer alıyor.
Geçmişte teknolojinin rolü günümüzdekinden farklı olarak mimarın vizyonunu nasıl net bir şekilde hayata geçirebilecek araçlar geliştirebiliriz şeklindeydi. Bir başka deyişler teknolojiyi kullanarak mimariyi nasıl gerçekleştirebiliriz şeklinde bir ilişkiydi. Şu an bizim jenerasyonumuzda teknolojiyle ilişkimiz çok daha farklı. Teknoloji kullanarak bir tasarımı hayata geçirmekten öte, tasarımın kendisi bir teknoloji haline gelmeye başladı. Bu aslında çok farklı bir paradigma, farklı bir düşünce yapısı gerektiriyor. Bu nedenle tasarımlar ve sanat enstalasyonları, hayal etme sürecinden uygulama sürecine, sonrasında insanların bunu algılama sürecinden onunla iletişime geçme sürecine farklı teknolojik medyumlar üzerinden yapılıyor. Bu da benim çok ilgimi çekiyor ve aynı zamanda benim işlerimin odağında da aslında bu teknolojiyi kim yönetiyor, ne şekilde şekillendiriliyor, insanın işle -bu bir sanat veya tasarım işi olabilir- etkileşime geçmesinde obje ve insan dışında birtakım başka ne gibi faktörler var gibi konulara daha çok odaklanıyorum.
On sene önce UCLA’de öğretim görevine başladım, ondan önce de Viyana’da Uygulamalı Sanatlar Üniversitesi’nde öğretim görevlisiydim. Orada Zaha Hadid gibi daha çok dijital mimariye odaklanmış isimlerin asistanlığını yapıyordum. O süreç zarfında özellikle Los Angeles'a geri dönüşümde, mimari ve teknolojinin kesişimi üzerine yöneldim. Mimarlık bölümünün bir parçası olarak bir teknoloji laboratuvarı kurdum. Burada ilk çalışmalarımız robotlarla üretim bazlı başladı, sonrasında UCLA’da Amerika’daki ilk tasarım odaklı sanal gerçeklik labarotuvarını kurdum. Zamanla tasarım ve araştırma odağımız üretimden, etkileşim noktasına geçti. Yani robotlarla bir şey inşa etmek yerine bir robotu binaya entegre edilebiliyor muyuz, nasıl etkileşime geçirebiliriz, robotik sistemler binanın şekillerini nasıl değiştirebilir veya binalar genel olarak insanlara ve çevresel faktörlere nasıl duyarlı ve interaktif hale getirilebilir gibi sorulara cevap aradık. Sonrasında bina tasarımını yeniden yorumlamaya başladık. Buna paralel oyun motorları, dijital animasyon, büyük ölçekli medya uygulamaları gibi konular hem benim UCLA’daki laboratuvarımın araştırma merkezi haline geldi hem de kişisel olarak yaptığım projelerimin merkezine oturdu. Bu aşamada 2016 yılında ilk yapay zeka algoritmaları, imaj bazlı algoritmalar ortaya çıktığı zaman o da bir araç olarak işin içine girdi. Açıkçası biz araçları çok fazla kullanılmasını işin merkezinde tutmak yerine, o araç gereçle ne şekilde bir üretim yapıldığı ve bunun mekânsal algıya, tasarım parametrelerine ne şekilde etki ettiğine odaklanıyoruz.”
Spektrum
“Spektrum, son on senedir yaptığımız araştırmaların birçok unsurunu içinde barındıran en büyük işim olacak. “Spektrum” kelimesi aslında gerçeklik spektrumu anlamına geliyor; sanallıktan fiziksel dünyaya uzanan bir gerçeklik spektrumu.
Çalışmanın üç farklı öğesi var. Bunlardan ilki denizin üzerinde duran, altı metre genişliğinde dışı tamamıyla ayna kaplı bir küre figürü. Heykelin malzemeyle olan çok yoğun bir ilişkisi var; formdan öte, malzeme aslında gerçeklik algısını sürekli çarpıtmak veya biçimlendirmek üzerine kullanılan bir öğe. Bu küre figürü, aslında biraz heykel ve malzeme arasındaki ilişki üzerine odaklanıyor. Heykelin formu dış dünyayla ilişkili farklı bir gerçeklik ve farklı bir görsel yorum yaratmış oluyor; üzerindeki aynalı figürün tamamıyla farklı yansıması, eritmesi, kaydırması, çarpıtması üzerinden. Bu belki de aslında bizim gerçeklik algımızı, hem optik hem de birtakım yapay metotlarla manipüle ettiğimiz ilk şeylerden biri dünya tarihine bakacak olursak. Aynanın hem felsefik hem de folklorik hikayelerde, masallarda çok önemli figür olmasının belki de en önemli sebebi bu. Çünkü insanın ürettiği bir şey aracılığıyla dış dünyayla olan algımız manipüle edilmiş ve değiştirilmiş hale geliyor.
İşin diğer kısmında, iki boyutlu bir ekran var. Bu ekran da bizim şu anda oyun motorları üzerinden geliştirdiğimiz yeni bir çalışma biçimi. Ekran, teknolojiyi içinde barındıracak; kameralar aracılığıyla dış dünyanın 360° imajı, canlı bir şekilde o ekrana yansıtılacak. Orada, Haliç’in silüeti dijital bir tasvir haline getirilmiş olacak. Bu gördüğümüz kürenin de gerçeküstü bir şekilde deniz üzerinde uçan ve şekil değiştiren bir versiyonunu göreceğiz. Burada da ikincil gerçeklik olayını hikaye aracılığıyla çarpıtma metodumuz olarak fotoğraf ve filme bir gönderme var. Burada canlı bir şekilde iki boyutlu bir tasvir aracılığıyla gerçeklik algısını manipüle etmiş oluyoruz.
İşin üçüncü kısmında küp olarak duran şey, bunun üç boyutlu versiyonu. Tamamıyla işleyişi aynı, yine kameralar aracılığıyla insanlar kendi yansımalarını görebilecekler. Aynı zamanda deneyimleyenler çevrenin, gökyüzünün, binaların yansımalarını da görebilecekler ve oradaki yapay zeka bazlı formal kompozisyonlar sürekli olarak bu gerçeklik algısını hem insanları, hem de dış dünyayı içine katarak manipüle etmiş olacak.
Bu üçlü dizilim sayesinde bir gerçeklik spektrumu yaratıyoruz. Tamamıyla fiziksel bir gerçeklik algısından sanal bir gerçeklik algısına bir yolculuk diyebiliriz buna.”
Spektrum’un Çevresiyle İlişkisi
“Burada gördüğümüz dijital versiyonunda, özellikle Haliç’teki silüetin dijital versiyonunda bazı görüntüler tamamen kameralar tarafından yakalanmış görüntüler olacak, bazı görüntüler de üç boyutlu modellemeler ile yapılmış görüntülemeler olacak. Bu ikisini aynı görsel düzlem içerisinde birleştirdiğimizde aslında yine “medyanın insanın gerçeklik algısına olan etkisi” üzerine kafa yorduğumuzu anlatmaya çalışıyorum. Burada yine tarihsel bir bağlantı var, çünkü özellikle mimari tarih konusunda benim en çok ilgimi çeken şey, mimarlık demek -biz her ne kadar tarihi binalara nostaljik olarak baksak da- insanların büyük oranda kendine yapay bir dünya yaratması, bir mizansen yaratması, hikayenin içinde yaşaması demek. Bizim mimari kuram olarak icat ettiğimiz her şey aslında insanın doğadan kendini belirli bir mesafeye alması için yarattığı şeyler. Mimarinin geometrileri de ağırlıklı olarak her ne kadar tarihsel ve oransal açıdan doğal oranlara gönderme yapıyor olsa da doğada gördüğümüz formların tamamen zıttı formlar. Çok geometrik formlar, çok tekrar eden formlar… Bu nedenle hem insanın gerçeklikle olan ilişkisi, aynı zamanda insanın doğayla olan ilişkisi ve bunun yarattığımız yapay dünyayla ne şekilde filtrelendiği ve ne şekilde manipüle edildiği üzerine bir şey.
Bu işi daha sonra dünyanın farklı şehirlerinde sergilemek gibi bir amacım var. Tarihsel bir bölgeye bunu yerleştirmek, yüksek teknolojik formal bir dille tarihsel dilin zıtlığı üzerinden de insanı kafa yormaya iten bir hikaye olarak ortaya çıkıyor.”