On yılı aşkın bir süredir sanat dünyasında gerçekleştirdiği yenilikçi işlerle ardından söz ettiren Digilogue Artistik Direktörü ve xtopia Kurucusu Lalin Akalan'la Türkiye'deki sanat ekosistemini ve sanat deneyiminin geleceğini konuştuk.
Sanatla iç içe bir çocukluk geçirmiş ve eğitimini de bu alanda yapmış biri olarak, kürasyona başlama sürecinden biraz bahseder misin?
New York’da Parsons School of Design’da Tasarım Yönetimi okudum. Okuduğum bölüm, Parsons School of Design’da henüz iki senelikti ve ilk defa multidisipliner bir müfredat içeriyordu. İçerisinde işletme de nanoteknoloji de okuduğunuz, herhangi bir kavramdan, konseptten veya hayalden ürüne kadar geldiğiniz bütün sürecin yönetimi hakkında sizi donanımlandıran bir yerdi.
2008 yılında mezun olduktan bir sene sonra Türkiye’ye döndüm. O dönemi hatırlayanlar bilir, Türkiye’de yaratıcı ilham patlaması olduğu, şehrin de buna çok dahil olduğu güzel zamanlardı. New York’da mimari ve tasarımın birleştiği alanlar ve sanat etkinlikleri üzerine stajlar yapmıştım. Türkiye’ye döndüğümde de ilk işim Contemporary İstanbul oldu. Contemporary İstanbul’da özel projelerdeki ilişkilerin takibini ve yönetimini yaptım. Bir senenin sonunda biraz daha bu alan üzerine odaklanmak isteyerek Londra’ya gittim ve Sotheby’s Institue of Art’da Sanat ve İşletme üzerine eğitim aldım. Ancak bu süreçte çoğu zaman dersleri ektim ve NY’da tanıştığım bir arkadaşımın sanat galerisinde vakit geçirmeye ve çalışmaya başladım. Aslında kürasyon sürecine biraz da bununla girdim.
Üniversite döneminde video ve yeni medya alanına hep ilgim vardı. İlk sahip olduğum sanat eserlerinden birisi de bir arkadaşımın filmiydi. O dönemden de gelen bir teknoloji merakıyla geri dönüp Galata’da Parlor X isminde küçük bir galeri açtım. Çok güzel bir sergiyle başladık. Daha önce Türkiye’ye hiç gelmemiş Keith Tyson gibi isimleri ilk defa getirdik. Yirmi üç yaşındaydım ve bienale paralel sergiler yapmaya başladım. Türkiye’nin en genç galeristiydim o zaman.
Beş yıldır teknolojiyi inceleyen ve yaratıcı endüstrilere odaklanan Digilogue platformunun direktörlüğünü yürütüyorsun. Digilogue fikri nasıl ortaya çıktı?
Galericiliği çok severek yapmama rağmen bir noktada aslında bu eserlerin yaratım kısmıyla daha ilgili olduğumu, galeri mekanının bana mekânsal boyut olarak yetmediğini ve çok daha farklı boyutlu tecrübelerin benim ilgimi çektiğini fark ettim. Bienale paralel yaptığım sergilerden birini 2011 yılında Tophane-i Amire’ye taşıdık. Duygulanım Hali ismindeki bu sergide Erdem Dilbaz, Candaş Şişman, Elif Boyner, Mert Kızılay, Miray Özcan, Suzin Akalan gibi isimlerle ilk defa immersive experience / kapsayıcı bir tecrübe ve yolculuk tasarladık. Örneğin Candaş Şişman, şuan bizim alışık olduğumuz ama o zamanlar için yepyeni bir serüven olan siyah bir alan içerisinde görsel-işitsel deneyim dediğimiz bir çalışma üretti. Aynı zamanda bu sergi ile Türkiye’deki ilk kubbe haritalamasını da yapmış olduk. İşte ben de bu proje ile birlikte gelecekte ne yapmak istediğimden emin oldum.
Aslında birkaç sene boyunca bir boşluk yaşadım. Ben Türkiye’de ne yapabilirim? Olmak istediğim dünyayı biliyordum ve bu alanda bir şey ortaya koymak istiyordum ama bu alanın nerede olduğu konusunda aklım çok karışıktı. PSM’ye başvurdum ve bir sene boyunca program departmanında sanat etkinlikleri yöneticisi olarak çalıştım. Başladığım sene Barbican’ın Digital Revolution sergisini Zorlu PSM’ye getirmiştik. 900 metrekarelik bir alanı tamamen kapsayıcı bir sergi tecrübesine dönüştürmüştük. Bu sergiyle birlikte etrafında ne tür paralel etkinlikler yapabiliriz diye düşünmeye başladık çünkü “Dijital Devrim sergisi nedir, neden önemlidir ve değişik sektörlere nasıl dokunuyor?” sorularının cevaplarını insanlara anlatabilmek istedik. Bunun sonucunda da o dönem Zorlu Holding’den Aslı Alemdaroğlu, Dicle Karaozan gibi isimlerin de açtığı yolla bir paralel etkinlik olarak ortaya çıktı. Bu alanda iş üreten sanatçıları çağırdık ve başta seminerler serisi olarak başlayan şimdiyse Future Tellers ismini verdiğimiz bir zirve olan bir paralel etkinlik ortaya çıktı. Bu etkinlik o kadar çok ilgi gördü ki ve biz de bu işin değerini ve potansiyelini fark ettik. Bunun farkındalığıyla birlikte Digilogue’un temelleri atıldı ve benim PSM’deki pozisyonum direk Digilogue’un çözüm ortağı olarak ilerledi.
Türkiye’de yeni nesil tasarım üretimine yön veren isimlerin başında geliyorsun. Ülkemizde üreten sayısız tasarımcı ve sanatçı olmasına rağmen Digilogue gibi platformlar kurulana kadar bu yaratıcı üretim doğru şekilde yönetilemedi ve insanlarla buluşamadı. Senin buradaki rolün hakkındaki görüşlerin neler?
Dışarıdan neyim bilmiyorum, kendim ne olmaya dikkat ediyorum onu biliyorum. Bu konuda niyetlerimi söyleyebilirim. Belki gerçekten elini taşın altına koyan ve ekosistemi yaşadığı istismarlardan korumaya çalışan biri oldum. Bir projeye bir yaratıcıyla girerken, o projenin hem avantajlarını hem dezavantajlarını masaya açıkça koyarak anlatırım çünkü oradaki beklenti yönetimine çok önem veriyorum. Digilogue’daki altı senelik kariyerim, benim için de bir öğrenme süreci oldu. Ama aynı anda bu tür sistemleri oturtmak için de bir süreç. Bu sistemler tam olarak belirli istihdam yerleriyle bağlandığı zaman tam olarak oturuyor. Gelir modelleri ne zaman ki hem yaratıcıyı koruyor, hem karşı tarafa da fayda sağlıyor, hem de bir sosyal faydayı da gözetiyor, işte o zaman bu sistem oturmuş demek. Bu sistemlerin oturma süreci bizim ciddi vaktimizi aldı. Hatalar yapacağımızı ve oraları istediğimiz kadar koruyamayacağımızı bile bile bunları hep dürüst diyaloglar üzerine kurmak benim en büyük rolüm oldu.
Karantina sürecinde fiziksel ortamlardaki sosyal aktivitelerimizin minimuma inmesiyle hayatlarımızda dijitalin payı büyüdü ancak aynı zamanda fiziksel varlığın ve aktivitelerin değeri de anlaşıldı. Fiziksel ve dijital arasındaki bu dengenin geleceği hakkında ne düşünüyorsun?
Pandemi süreci birçok yönden çok eğlenceli bir süreçti. Zaten pandeminin ilk üç ayı ben, Mozilla Hubs’ın içinde bir avatarla, ismini duyduğum ama yüz yüze hiç tanışmadığım sanatçılarla, başka bir dünyada avatarlar üzerinden tanışıp zaman geçirdik. Mesela heykel yapan ve dijital bir ortama daha önce girmemiş bir sanatçı arkadaşımıza, “Bak avatarını böyle seçiyorsun, böyle giriyorsun, içeride bunları yapabiliyorsun.” diye anlattığımız, onun heykellerini 3D olarak içeri attığımız ve ona bu süreci oyun gibi bir dünyada öğrettiğimiz bir zaman geçirdik.
Çoğu alanda acayip bir şok etkisi yarattı ve çoğu mecrada ciddi bir katalizör görevi gördü. Biz aslında istemeden bir intübasyon ve araştırma sürecine itilmiş olduk. O nedenle çok değerli çıktıları var. Bir süredir çok homojenleşen ve kanalları belli olan yaratımlar yıkıldı. Bir yanda hiç göremediğimiz minik balonlarla durum daha heterojen olmaya başladı ki bu çok hoşumuza gitti. Çünkü çeşitlilik arttı, yeni sanal ve hibrit yaratımlar görmeye başladık. Bu heterojenlik, lineer giden ve alışagelmiş şeyleri de çok güzel kırdı. Hibrit etkinlikler artık “gelecek” midir diyemem ama şuanda bir etkinlik yapacaksınız, hibrit modeller hepimizde artık kodlu. Böyle bir ya da iki sene geçebilir. Aslında bu, büyük ölçekte bir risk yönetimi. Artık herkes her yarattığının bir dijital izdüşümünü, tecrübesini ve aynı anda analog tarafını da düşünmek zorunda.
İmza attığın projelerin çoğunda müzik en az tasarım kadar ön planda olan bir element. Müziğin hayatındaki ve işindeki yeri hakkında ne söylersin?
Müzikten önce ses demek istiyorum. En merak ettiğim konulardan biri olduğu için, bir süre ses ve frekans araştırmalarına girdim. Mesela Kode9 diye bilinen DJ Steve Goodman aslında MIT’den Sonic Warfare isminde kitabı çıkmış bir yazar ve ses frekanslarının soğuk savaşlarda, mimaride, ekonomide nasıl kullanıldığını anlatan çok ilginç araştırmaları var. Duyduğumuz her şey aslında nörolojik olarak aynı zamanda psikolojik olarak bizim algımızda yer ediyor ve bu algıda yer eden şeylerin tasarımı düşüncesi beni çok heyecanlandırıyor. Ses burada çok ciddi bir aktör. Ve herkesin de çok farkında olmadığı bir aktör. Aslında farkındasın çünkü her bip sesini duyduğun zaman ona nasıl bağımlı olduğunu ve seni nasıl yönettiğini biliyorsun ama en temel seviyede bazı frekansların sende nasıl bir algı durumu yaratabileceğini, sana nasıl bir şeyi aldırabileceğini ya da aldıramayacağını bilmiyorsun. Bu yüzden ben ses araştırması konusunda çok meraklıyım. Müziğin ötesinde sesi bir araç olarak kullanmak çok ilgimi çekiyor. Tabi müzik, bunun içerisine kendi söylemi ve anlatısıyla giriyor.