top of page
Tuna Mert

DİYALOG: Laris Alara Kilimci | İllüstratör & Moda Tasarımcısı



Özgün ve yenilikçi desenleriyle tanınan LAR Studio'nun kurucusu ve tasarımcısı Laris Alara Kilimci ile markası hakkında bir sohbet gerçekleştirdik.


Laris Alara Kilimci kimdir? 

28 Haziran 1993, New York doğumlu, Istanbullu bir tasarımcıyım.

En baştan başlayalım istersen, Central Saint Martins’de animasyon okudun. İllüstrasyon ve animasyon bu dönemde mi hayatına girdi yoksa öncesi de var mı? 

Annem seramik sanatçısı bu nedenle görsel sanatlarla büyüdüm diyebilirim. Gençlik yıllarımda biriktirdiğim albüm kapakları ve izlediğim animasyonlardan müzik piyasasındaki bu bölümü okuma kararı verdim. 

Okuldan sonraki dönemde neler yaptın? LAR Studio’nun hayata geçiş sürecinden biraz bahsedebilir misin? 

Londra’da kısa süren iş hayatımdan sonra bir ofiste, ajansta veya prodüksiyon şirketinde tasarımcı olarak çalışmak istemediğime %100 emin biri olarak İstanbul’a döndüm. Tam olarak ne yapmak istediğimi bilmiyordum ama desenlerimi farklı yerlerde görmek istediğimi biliyordum ve çalıştığım çoğu yerde tatmin olmadığımı. New York’da geçirdiğim uzun bir yaz da önümde iki yol belirmişti, ya orada kalacaktım ve bir sanatçı olarak beğendiğim sanatçılarla çalışacaktım ya da İstanbul’a dönüp kendi ekonomimi, kendi hikayemi kuracaktım. İkincisini seçtim. 

Primitif ama aynı zamanda yenilikçi formlara sahipsin. Bu formların arkasında bir hikaye olduğu muhakkak, senin tasarım sürecinde bu hikayenin çıkış süreci ve ilerleyişi nasıl gelişiyor?

Bunun cevabını açıkçası söylemek istemiyorum çünkü her koleksiyon başlangıcında bende bu sorunun cevabını bilmiyorum. Belirli bir zevkim var ve gözlerimi açık tutuyorum, bunları yansıtıyorum ve ortaya çıkan kolaj da bunların benden çıkan bir formu oluyor. 

 

Genellikle kolaj, renkler ve katmanlarla oynuyorum ve ortaya dinamik sonuçlar çıkıyor. Bütün her şey bitince dijitalleştiriyorum. Ama açıkçası en eğlendiğim şey hiç bir şeyin tam olarak sınırları olmaması, bir kare olması haricen. 

 



Tasarımların bir yandan belirgin bir ritme sahipken diğer yandan da rastgele havasıyla insanı çeken bir yanı var. Bu ikisi arasındaki dengeyi nasıl sağlıyorsun?

Ritim, özgüven ve bitti diyebilmek. Ben detayları seven ama grafik bir dil kullanımından hoşlanan biriyim, beğendiğim elementleri, sembolleri bir şekilde işlerime katıyorum. “Thought collage” diyorum kendimce bu yaptığım şeylere. Bana mutluluk veren ve benim için kişisel anlamları olan şeyler genellikle. Mesela, koleksiyondan çok kopuk da olsa House of LAR diye bir desen var, o benim çok yaptığım bir tarz çalışma değil, üzerinde Voguing yapan soyut adamlar var, desen biraz da subliminal duruyor zaten ne yapsam hep sübliminal oluyor bir şekilde ondan koleksiyonlar bir şekilde bir birine gidiyor. Benim için o parçanın anlamı kendini ifade etmek, dans ve queer kültüründeki ‘resilient’ ve onur dolu tavır. Özetle işler aslında o anda düşündüğüm veya önemsediğim temalardan geliyor ama onu öyle yansıtıyorum ki o fark edilmiyor bile. 

Bir dönem ilgi görmeyen zanaat ve el işçiliği günümüz genç tasarımcılar arasında tekrar popüler hale geldi. Eski ve geleneksel tekniklerin, modern yaklaşımlarla kullanması hakkında ne düşünüyorsun? Senin tasarımlarında zanaat ne derece önemli?

Benim tasarımlarım elle çiziliyor, kolaj veya akrilikle veya scanlerle kolaj tadında mix media tadında ama kendime bir zanaatçı demem. Bazen çizimler bir post-it’in üzerinde oluyor, bazense bulduğum şeyleri tarayıp manipüle ediyorum, kendime koyduğum tek kural bir şeylerin elle olan elementlerde olması ama işlerin dijitalleştirilmesi ile finalize olurken bende kontrol ve toparlanma hissi yaratıyor. Bu durum hoşuma gidiyor. Tasarımlarım şuana kadar böyle ilerledi ama proje bazlı tabi ki farklı şeyler yapmaya açığım. 


Stüdyonda çalışırken olmaz olmazların neler?

İyi ışık, sanat kitaplarının açık bir şekilde duran doğru sayfaları, LAR playlistleri, kahve, motivasyon çiçeklerim, akrilik boya, makas ve saçmalayabilme özgürlüğü. 

New York, Londra ve İstanbul. Birbirinden tamamen farklı 3 tasarım şehri, hepsi de bir dönem senin hayatında yer etti. Bu üç şehrin tasarıma bakış açında ne gibi etkileri oldu?

Londra’da 4,5 sene yaşadım. New York’a sık gittim ama hiç orada uzun süre yaşamadım. İstanbul ise benim evim. Londra’daki tasarım kafası bence çok spesifik ve belirli tür tarzlar var. Alt kültürler, etkileşimler var ama genel olarak ortaya çıkan işler çok rahat çıkıyor. Yaratıcılık için yaratılmış bir yer aslında çünkü Protestan dininin doğalında çalışma ve doğru insan olmanın çalışkanlıktan gelme kültürü var bence, ve devlet de her şeyi destekliyor. İstanbul’da işler biraz daha komplike, yurt dışında olan şeyleri kopyalayan bir kitle var, globalde nerede konumlandığını çok düşünmeyen çok özgün tasarımcılarımız da var. Ben İstanbul’da tasarımcı olarak ilginç bir noktada durduğumu düşünüyorum, yani tam olarak tasarımcı diyemem kendime çünkü aynı zamanda iş kadını, moda tasarımcısı ve illüstratörüm. New York’da bence bu arada kalma hali daha okey, yani kendi ekonomini yaratmak, kendi kapitalini yaratmak ve piyasaya kendi işlerini bir kurum olmadan sunabilmek. İstanbul’da yaşadığım hayat ise kendi kurguladığım bir hayat aslında, ve araya giren realitelerle ortaya çıkabilen neyse. 



İlham tazelemek için neler yaparsın?

İlham tazelemeye çalışabiliriz ama motivasyon duygulardan geliyor benim için. Yani ilhamı aradığımda çok takmıyor kendisi beni ama genelde kütüphaneye giderim, yazdan kalma fotoğraflarıma bakarım, yazı yazarım, müzik dinlerim. Bu son sezon mesela “Paradiso” büyük bir tıkanma yaşamıştım başında sonra ise kendi kendine aktı, aslında ilhamım çocukluğumun yazları ve o dönemden kopardığım elementler oldu. Kışı sevmiyorum, ve koleksiyonları kışın hazırlıyorum, bu koleksiyonu hazırlarken adeta olmadığın bir yere kendini ışınlaman gerekiyor kafanda, ve ben hayali konumlara tatil yaptım Paradiso koleksiyonunu hazırlarken. 

Gelecek planlarında neler var?

Şuan bir şey yok. Koleksiyonum yeni bitti. Kafamı boşaltmak üzerine çalışıyorum ve hayatta kalmak. :) 


BASILI EDİSYONLARI KEŞFEDİN

bottom of page