Avarya ile 38. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Kısa Film Ödülü'nü alan animasyon tasarımcısı ve yönetmen Gökalp Gönen ile çalışmaları üzerine sohbet ettik.
Gökalp Gönen kimdir?
89 Nisan Hatay doğumlu, İstanbul’da yaşayan bir yönetmenim. Kısa animasyon filmler, klipler üretiyorum. Çoğu zaman kendim için, zaman zaman da ticari amaçlı oluyor bu üretimler. Bir yılın üçte biri Hatay’ın Erzin ilçesinde sakin, kalan kısımlar ise Kadıköy civarlarında koşturmaca ile geçiyor. Koşturmaca dediğim, evin içinde atılan küçük stresli voltalar. Pek dışarı çıktığım söylenemez. Her zaman yapacak bir şey vardır benim için. Eğer İstanbul’da da yapacak bir şeyim yoksa, çıkıp fotoğraf çekerim. Balığa çıkar gibi sokak fotoğrafı çekmeye çıkarım.
İsmini en son İlhan Erşahin’in İstanbul Sessions projesindeki Hurri-Mitanni videosu ile duyduk. Dilersen ilk olarak bu projedeki çalışmandan başlayalım sohbetimize. Biraz projeden bahsedebilir misin?
Pandemi sürecinde şans eseri Hatay'daydım. Son yayınladığım kısa filmim Avarya’yı artık online salmış olmanın rahatlığı ile biraz üretimlere ara vermiş okumalar yapıyor, kil ile heykeller yaparak güzel sakin bir dönem geçiriyordum. Gecenin bir yarısı İlhan Erşahin’den bir Instagram mesajı aldım. İşlerimi beğendiğini ve birlikte bir şeyler yapmak istediğini belirtti. Bana son çıkan albümlerini yolladı ve Haziran itibari ile albümü dinlemeye başladım.
Klip yaparken sanatçıdan benimle şarkılarını paylaşmasını istiyorum öncelikle. Ben işlerimi üretirken, bu üretimlerin yan ürünü olan bazı nesneler çıkıyor ortaya. Ben bunları paketleyip küçük fikir bulutları olarak rafa kaldırıyorum. (Örneğin Avarya’da adamın aynasındaki animasyonları, Hurri Mittanni’de karakterlerin vücutlarına sıvanmış halde bulabilirsiniz.) Ağustos sonuna kadar albümden herhangi bir parça için, herhangi bir fikrimi denkleştirmeyi başaramadım. Ancak o dönem 3D Tracking tekniğini öğrenirken, Mixamodan animasyon dataları indirip bunu çeşitli mekanlara yerleştiriyordum. Bu datalardan dans içerikli olanları, tekrar çeşitli oyunlara tabi tutup, yine İstanbulda muhtelif yerlere yerleştirme fikri beni heyecanlandırdı ve hemen bir demo hazırlamaya koyuldum. Klibin hikayesi de aslında demoyu hazırlarken oturdu kafamda. Sahnelere yerleştirdiğim bu animasyonların, muhteşem renklerine ve şovlarına rağmen, oradaki gerçek insanların dikkatini çekmiyor oluşu, toplumda var olduğunu düşündüğüm bir resmin vücut bulmuş hali gibiydi. Klibe de eklediğim şu yönetmen görüşünü o zaman kafamda oturtmuştum;
Sokaklarda dolaşan bir grup anonim. Her yer çok kalabalık ama kimlikler bir o kadar az. Birisi olmaya çalışmak, ismini, hızla giden bu dev geminin suda bıraktığı dalgalara yazmak kadar zor. Herkes, herkes ve herkes artık hiç kimse. Kendine kuytular bulduysa bile bu sessizlik, parlayan ekranlar üzerinden var olabildi ancak. O bas bas bağırılan ekranlarda, iktidarın aslında kimde olduğunu hatırlattılar o girilmez denen yerlere girerek. Ama bu güç umurlarında bile değildi. O üzerine günlerce ateşli konuşmalar yaptığımız alanlar bizim için ''artık böyle'' bir yerdi ama onlar, ''hayır aslında böyleydi'' demek için şöyle bir göründüler ama çok da ses etmediler. Bir kedinin çekiciliği vardı onlarda. ''Bakın burası böyleydi'' derken onlar da orayı ''artık böyle'' yapan her şeyin bir parçası oldu ve kaldırım taşları gibi fark edilmez hale geldiler. Sadece biraz olsun eğlenmek, kaygılanmadan birkaç yıl yaşayabilmek istiyorlardı. Beş dakika içinde, en fazla on beş saniye var oldular ve gittiler.
Genel konsepti oturtup grubun da onayını aldıktan sonra çekimlere başladım. Yine bir sokak fotoğrafçısı gibi gezerek çeşitli görüntüler topladım. Şehir değişiyordu, bir nevi bu değişimin günlüğünü tutmak istedim. Örneğin bu şehirde yaşayan hemen hemen herkes Taksim Meydanı’ndan bir kere geçmiş olsa da, klipteki planı gördüklerinde ‘’Aa burası böyle mi olmuş?’’ gibi bir tepki veriyor. Bu biraz peşinde olduğum bir şeydi ve seçimlerimi etkiledi. Bu şekilde yaklaşık 300 plan topladım ve içlerinden seçerek 60’a kadar indirdim. Bu 60 görüntünün her birini bir 3D tracking yazılımı ile trackledim. Böylece 3D animasyonları o alanlara, mekanla bütünleşik biçimde yerleştirebilirdim. Mixamodan indirdiğim dans animasyonları beyaz, desensiz vücutlar şeklinde bana geliyordu. Vitrin mankenleri gibi. Bu boş kağıtlara 60 plan için ayrı ayrı oyunlar tasarladım. Bu oyunları tasarlarken mekanın yarattığı etkileri, politik durumunu ve kamunun hafızasındaki hatıraları dikkate almaya çalıştım. Zaman zaman da sadece güzel göründükleri için üretildiler. Her bir planı bu şekilde ayrı ayrı üretip kurguladım ve klibin son haline ulaştık.
Çizime olan merakın nasıl başladı? Çocukluk hayalin miydi yoksa sonradan yöneldiğin bir alan mı?
Çizim ya da başka şekillerde yaptığım üretimler hayatımda hep vardı. Çizimin fonksiyonundan bağımsız olarak hissettirdiği şeyi çok sevdiğimi biliyorum. Buna dair ilk anım 6 yaşından. Benim dedem saat tamircisiydi. Aynı zamanda silah, dikiş makinesi gibi çok karmaşık aletleri de tamir edebilirdi. Onun takımhanesinde sağa sola atılmış bir sürü dişliler, yedek parçalar vardı. Ben bu parçaları bir araya getirip helikopter gibi bir şey yaptığımı hatırlıyorum. O oyuncağın rastgeleliği ve benim tasarladığım bir nesne olması ona şiirsel hatta ruhani bir anlam yüklememe sebep olmuştu. 6 yaşındaki bir çocuğun mistik dünyası nasıldı emin değilim ancak o nesne bir oyuncaktan fazlasıydı. Bu tip müdahaleler çocukluğuma giren bir çok nesneye de yansıdı. Örneğin herkes bakkaldan aldığı topaçlarla olduğu gibi oynarken, ben üzerine keçeli kalemlerle çeşitli izler bırakıp onu döndürdüğüm zaman farklı etkiler elde etmeye çalışıyordum. Bir dönem bütün topaçlar benim elimden geçer olmuştu. Aslında düşününce, bunlara ilk animasyon çalışmalarım denilebilir. Dönüş hareketi ile birlikte görüntüde bir canlanma elde ediyordum. Hatta biraz daha ileri giderek, ilk ticari işlerimden birisi de olabilir bu zira başkalarının topaçlarını gülle(misket), cips, taso karşılığında boyadığımı biliyorum.
Bu yaratıcı tarafın aslında benliğimin çok derinlerine işlemesi, onu bir meslek olarak görmeme engel oldu. O benim bir tarafımdı ve hayatı benim için eğlenceli kılıyordu. Ama tabi ben de herkes gibi derslerime çalışmalı ve iyi bir bölüm kazanmalıydım. Lise 1’den sonra aslında bütün motivasyonumu kaybettim. Derslerim çok kötüydü. Okula birincilikle girmiştim ancak en berbat öğrencilerden birisi olup çıkmıştım. Bir keresinde geometri hocası beni köşeye sıkıştırıp, ‘’Oğlum sen kopya çekerek mi girdin bu okula?’’ diye azarlamıştı beni. Herkes müthiş hırslıydı ve değildim, bu yüzden kaybolmuş hissediyordum kendimi. Oldukça depresif geçen karanlık yıllardı. Ben Osmaniye Hasan Aybaba Anadolu Öğretmen Lisesi’nde okurken, hemen yanımıza güzel sanatlar lisesi açıldı. Oradaki öğrencilerle takılmaya başladım. Hatta lise sonda, soru çözebilmemiz için serbest bırakıldığımız derslerde, kaçıp onların derslerine girmeye başladım. Yağlı boyalar, eskizler, heykeller aklımı alıyordu. O kayboluşun arkasına, kendimi bulduğum bu alanda bir şeyler yapma kararı aldım. Konuyu aileme açtığımda çok büyük tepki ile karşılaşmadım. Sanırım zaten normal bir sınav ile bir yer kazanabileceğime inançları kalmamıştı. ‘’İyi bakalım dene’’ onayını aldıktan sonra, güzel sanatlar lisesinin resim öğretmenlerinden fikirler aldım. Onların derslerine daha düzenli girdim, onlardan bana ödevler vermesini istedim. Sürekli eskizler yapıp onlardan geri dönüşler aldım. İnternet kafelere gidip okulları araştırdım ve yine bir resim öğretmeni olan Şengül Aksoy’un yönlendirmesi ile liseden mezun olduğum 2007 yazında İstanbul’a geldim ve Mimar Sinan Mezunlar Derneği’nin resim kursuna başladım. Özel yetenek sınavlarından önceki 3 ayı Osmanbey’de bu şekilde geçirdikten sonra YTÜ İletişim Tasarımını kazandım ve derin bir nefes aldım. Artık her şey güzel olacaktı
Yıldız Teknik Üniversitesi’nde İnteraktif Medya Tasarımı üzerine eğitim aldın. Animasyon tasarımına geçiş sürecin nasıl oldu?
Her ne kadar çok güzel bir hayata başladığımı düşünsemde o dönem, kendimi ingilizce hazırlık sınıfında yine lise benzeri bir ortamda bulmuş ve daralmaya başlamıştım. Ama ‘’ben güzel sanatlar kazandım’’ onayını aldığum için bu konuda artık daha girişkendim. Uykusuz dergisine karikatürler götürmeye başladım. Mizah dergilerinin parlak bir dönemiydi ve uykusuz dergisi de o yıl açılmıştı. Dergi yeni açıldığı için beni hemen kadroya alırlar diye düşünmüştüm. Öyle olmadı tabi. İlk haftaa götürdüğüm işlerin hiç biri beğenilmedi. Çalışman lazım dedi Uğur Gürsoy. Güzel güzel anlattı. Ben de hazırlık sınıfının yarattığı boşlukla kendimi olduğu gibi karikatüre verdim. Müthiş bir yıldı. Geceleri çalışma odasında sabahlıyor ve her çarşamba (derginin amatör günü) dergiye gidiyordum. Her hafta bir başka çizer bakıyordu işlere. Bir iki işim amatör köşesinde yayınlandıktan sonra onun verdiği hevesle çizgi öyküler üretmeye başladım. Ersin Karabulut’un da gazlamasıyla iyice o tarafa kaydım ve tek karelik karikatürlerden vazgeçtim. Tüm bunlar olurken zaten hazırlık bitti ve okul başladı.
Animasyon filmler üreten bir yönetmen olarak, muhtemelen olabilecek en güzel okullardan birisinde eğitim aldığımı düşünüyorum türkiyede. Okul en başından beri multi disipliner bir anlayışı benimsiyor ve bütün alanlarda denemeler yapmamız için fırsatlar tanıyordu. Bir de o yıllar digital sanatın sanırım en parladığı, herkese müthiş heyecan veren bir konuydu. 3 Boyutlu yazılımlar ile ilgili seminerler veriliyor yeni teknolojiler tanıtılıyordu. Ben dijital dünyaya her zaman meraklıydım. Bilgisayarlar ilkokuldan beri hayatımın önemli bir parçasıydı. Haliyle bu ‘’sanatçı’’ tarafımı bu yeni dijital dünya ile harmanlamam çok uzun sürmedi. Okul da zaten bizden bunu istiyordu verdiği görevlerle. Ancak okul bir noktada yeterli gelmemeye başladı. Çünkü tasarım odaklı olan bu bölümün benden arzuları farklıydı ve animasyon öğrenme sürecini okulla birlikte yürütemez oldum. 2010 yılında, okulu bir seneliğine dondurup, bir sürü tutorial toplayıp DVD’lere yazdım ve hataya gittim. Kendime bir yıllık bir program hazırladım ve 3B animasyon yapımını öğrendim. O yılın sonunda da ‘’Güveç’’ isimli kısa filmimi hazırlayıp bu alanda bir tık ismimi duyurdum. Çünkü onun sayesinde bir kaç ticari iş almış ve belli bir özgürlük alanı yaratabilmiştim kendime. O iş sayesinde hep freelance kalmayı başarabildim de denebilir.
‘’Analog sonuçlar daha estetik’’ büyüsüne kapılıp bunu üretime her dahil etme çabamda, yine sonunda darlanıp kendimi denemelerimi dijitalde yaparken buluyorum. Belki tembellik, belki sabırsızlık ama hep bilgisayar başında, mouse klavye kombini ile üretim yapan bir sanatçıyım.
Tasarım sürecinden biraz bahsedebilir misin? Analog ve dijital tekniklerden ne ölçüde yararlanıyorsun?
Üretimlerimin %95i bilgisayar başında gerçekleşse de, en büyülü tarafları kağıt kalemle olan sessiz gece eskizlerinde gerçekleşiyor. Ancak bu gerçek anlamda üretimin içine yansımıyor. Görünen her şey dijital platformlarda yapılan denemeler neticesinde ortaya çıkıyor. Her, ‘’analog sonuçlar daha estetik’’ büyüsüne kapılıp bunu üretime dahil etmeye çabamda, yine sonunda darlanıp denemelerimi dijitalde yaparken buluyorum. Belki tembellik, belki sabırsızlık ama hep bilgisayar başında, mouse klavye kombini ile üretim yapan bir sanatçıyım.
Dijitalde yeni çıkan toolları düzenli olarak araştırır, işime yarayacağını düşündüklerimi öğrenirim. Mesela Hurri Mitanni’yi yapmamı sağlayan 3D tracking yazılımı yine bu araştırmalar neticesinde öğrenmeye karar verdiğim bir yazılımdı. Gökalp’e gelen son update.
70’den fazla festivalde gösterilen ve 38. İstanbul Film Festivali’nde En İyi Kısa Film Ödülü alan Avarya, kariyerindeki en önemli dönüm noktalarından biri. Bilim-kurgu türündeki bu animasyon film nasıl ortaya çıktı?
Avarya, 2015’de Altın Vuruş filmimi bitirdiğim dönemlerde aklıma yerleşmiş bir taslaktı. Arkadaşım Ozan Çanak’a ve Zeynep Baltalıoğlu’na bir gün bahsedip üzerine uzun uzun tartıştık ve film yavaş yavaş kafamda şekillenmeye başladı. Şöyle olur, böyle olmaz, bu doğru karar, bu değil gibi bir çok konuda senaryo danışmanım Ozan Çanak ile tartıştık ve bir yıl gibi bir sürede senaryosunu yazdım. Bir yıl aralıksız senaryo yazmadım. Zira bir dönem, "Yok yapmıyorum" diye vazgeçip uzunca bir süre bekledim. Ama Kültür Bakanlığı’ndan bütçe almayı başarınca, beni tüketen bir çok unsur ortadan kalktı ve üretime başladık. Bir yıl gibi çok yoğun bir çalışma döneminin ardından filmi ortaya çıkardık.
Avarya, yapay zekalı robotların hakimiyeti altında yaşayan bir insanın, yaşayabileceği uygun gezegen bulma macerasını anlatıyor. Görsel başarısının yanında hikaye olarak da oldukça etkileyici bir kurguya sahip. Avarya için, insanı sürekli arayışa mahkum eden sistemin bir eleştirisi diyebilir miyiz?
Evet. Avarya neo-liberal dönemin resmi biraz. Diyor ki; ‘’ Senin bir sürü seçeneğin var ben sana bunları sunabilirim. Bunlardan istediğini seçebilecek kadar özgürsün. Ama bu seçimi yapmış olman artık seçimleri bir kenara bırakabileceğin anlamına gelmiyor. Benim varlığım senin seçim yapıyor olmana bağlı o yüzden seçtiğin şeyden memnun olmanı kabul edemem. Benim görevim sana sonsuz seçimler sunmakla birlikte, seçimlerinin de aslında çok kötü olduğunu hatırlatmak ki, bir kez daha seç. Dünyaya bıraktığın bu sahte bedenin, seçimlerinden duyduğun geçici bir haz. Gerçekten özgür olabilmek için bir şeyi gerçekten seçmeli ve beni işlevsiz kılmalısın. Sanma ki ben yok olmaktan korkuyorum. Bu benim umrumda bile değil. Benim tek korkum sana yeni bir şey sunamamak. Çünkü bunun için yaratıldım.’’
Bu tür bir animasyon film projesinin hem senaristi hem yönetmeni hem de tasarımcısı olmanın ne tür avantajları ve dezavantajları var?
Aslında ben hep bu şekilde çalıştığım için bir karşılaştırma yapamam. Bütün bu süreçleri ayrı ayrı çok seviyorum ve muhtemelen, küçük kalma pahasına da bu şekilde çalışmaya devam edeceğim.
Uzun metraj bir animasyon projesi hayalin var mı?
Dediğim gibi şu an ki kapasitem buna çok el vermiyor. Ancak araçlar kolaylaşıyor ve becerileri artıyor. Ben kendimi her geçen gün daha rahat hissediyorum. Bir fikrim var üzerinde çalıştığım. Ben onu bitirene kadar belki bütün şartlar olgunlaşabilir ve bunu yapabiliriz. Uzun filme özel bir ilgi duymuyorum ancak bir ailenin akşam keyifle eve dönmesini sağlayabilme ihtimali, belki çocuklarının kafasında açacağı ufuklar bana oldukça heyecan veriyor. Belki de sadece o insanlarla paylaşabilmek için yapmalıyım. Kısa film bu şansı pek bulamıyor. Ama uzun buluyor.
Türkiye’de animasyon neden gelişmiyor diye sormadan önce, Türkiye’de neden bir ressam başka ülkelerde olduğu gibi geçim kaygısı gütmeden rahatça üretim yapamıyor, bir müzisyen neden ek bir iş yapmak zorunda gibi soruları sormak gerekiyor.
Uluslararası arenayla İstanbul’u kıyaslarsan, animasyon tasarımında ne noktadayız?
Oldukça gerideyiz. Çok iyi yeni medya sanatçılarımız var (Candaş Şişman, Deniz Kader gibi) ama narrative animasyon konusunda neredeyse hiç ciddiye alınacak üretimimiz yok. En son dikkate değer iş, Kötü Kedi Şerafettin idi ancak o da belki gişe kaygısı ile oldukça yumuşatılmış bir halde sunuldu ekranlara. Kötü Kedi’nin o dergilerdeki ruhu korunsaydı gerçekten olağanüstü bir iş çıkabilirdi ortaya.
Fakat bu soruya animasyon değil de sanatçı perspektifinden cevap vermek gerekir. Türkiye rahat üretim alanlarının olmadığı, yoğun tempolu bir ülke. Özellikle animasyon bol bol denemelere ve boş zamanlara ihtiyaç duyuyor. Buna sadece işlerini yoluna koymuş küçük bir kesim sahip olabiliyor. Fakat bu kesim çok küçük olduğu için ekipler kurulamıyor ve kurulan ekipler de küçük çaplı işlerde üretim yapabiliyor.
Animasyon birden çok disiplinde bir şeyler söylemeyi gerektiren zor bir medya biçimi. Türkiye’de animasyon neden gelişmiyor diye sormadan önce, Türkiye’de neden bir ressam başka ülkelerde olduğu gibi geçim kaygısı gütmeden rahatça üretim yapamıyor, bir müzisyen neden ek bir iş yapmak zorunda gibi soruları sormak gerekiyor. İyi animasyon projeleri bu insanlar üretiyor aynı zamanda. Onlar güçlü olmayınca, animasyon da olmuyor.
İlham tazelemek için biraz boş durmak isterim. Biraz sıkılabilmek.
İlham tazelemek için neler yaparsın? Bu alanda ya da farklı disiplinlerde çalışmalarını merakla takip ettiğin isimler kimler?
Okumalar en verimli tazeleme metodu benim için. Ve boşluklar. İlham tazelemek için biraz boş durmak isterim. Biraz sıkılabilmek. Yemek yapmak bazen ya da uzun yürüyüşler. Ama sanırım ‘’benim ilhamım bitti’’ gibi bir refleks yok. İyi bir fikir, tükendiğim çok streslli bir işin ortasında da gelebiliyor aklıma. Ben bir takım şeyler yapıyorum ve o da olduğu kadar tazeleniyor. Tek bir isimi merakla, arzuyla takip ediyorum dersem doğru olmaz. Artık her yer çok kalabalık. Takip ettiğim güzel kanallar var sadece. Mesela vimeo staff picks. En önemli gıdam.
Gelecek için heyecanlı mısın? Planlarında neler var?
Geleceğimi şekillendiren şeyler yaptığım üretimler ve bu konuda çok kontrol sahibi değilim. Yani gelecek ile ilgili heyecan duymayı sanırım artık bıraktım. Üniversitede vardı bu his. Ama artık küçük ölçekli heyecanlar var. ‘’Ya şöyle bir şey yapsam aslında’’ diye başlayan kısa vadeli heyecanlar. Hayattan keyif alma biçimim değişti sadece. O bilinmez zamanlarda olması beklenen büyük olaylar yerine, küçük olayların büyük şeylere dönüşme ihtimali heyecan verici artık. Üstelik ‘’Benim çok büyük hayallerim var’’ baskısı ile de yaşamak istemiyorum. Bunu yükü bana ağır geliyor. Her an üretim yapmayı bırakabilirim de. Bunu yapmak zorunda değilim. Hala üretebildiğim için mutluyum ve şanslıyım o kadar. Buna dair bir istek duyduğum sürece de devam edeceğim.