Kaybolmak çocukluğumdan beri çok korktuğum, kâbuslarıma giren bir konu. Hep de başıma gelirdi. Ben korktukça kalabalıkta silikleşir, sakındıkça bulunamaz hâle gelirdim. Kalabalık okul törenleri bu yüzdendir ki kaçacak delik bulamadığım etkinliklerdendi. Sessiz sakinliğimle varlığımın unutulma ihtimali ise hep çok yüksekti. Küçük yaşlarda fiziksel olarak deneyimlediğim bu eylem ileri dönemlerimde ruhsal bir hikâyeye evrildi. Tam da şu sıralar tüm ruhumla kaybolduğumu hissediyorum ama tuhaf kısmı bulunmak, ortaya çıkmak da istemiyorum.
Yazar: Burcu Dimili
“Nasılsın?” sorusuna net bir cevap veremediğimiz dönemlerden geçiyoruz. Yaralıyız, bir süre iyileş(e)meyeceğimizin farkındayız. Ancak bu bazı şeylerin bize iyi gelmeyeceği anlamına da gelmiyor. Elâ’dan daha ilk haberini aldığımda “iyi geleceğini” hissettiğim “Bir Anlık Yokluk” sergisi gibi. Burçak Bingöl, Sophie Calle, Gül Ilgaz, Ayça Telgeren ve Elâ Atakan’ın aynı sergide buluşması zaten başlı başına merak uyandırıcı. Dört sanatçının arasında Elâ’nın ismine de yer veriyorum çünkü küratöryel izini bir sanatçı yaratıcılığında bıraktığını düşünüyorum. Bu beş ismin bir araya gelerek yarattığı tılsım “şu sıra ne iş yapmak ne bir cümle yazmak istemiyorum” dediğim bir dönemde bana telefonumun not defterinde yazı yazdırıyor. Çünkü iyi geliyor.
Elâ’nın sergi metninde şu cümleler yer alıyor: “‘Bir Anlık Yokluk’ sergisi, gerçeğin karşısında, bu beklenmedik yitirişlerle nasıl mücadele ettiğimize işaret eden, yokluğun varlığını neye dönüştürdüğümüzü gösteren bir yanıt; bireysel ve dolayısıyla toplumsal bir anlatıya dayanır. Bu sergide yer alan tüm eserlerdeki yokluğun ana kaynağı, sanatçıların kendi hayat hikâyelerinde eksilenlerin yerine koyulanlardan oluşmaktadır.” Bu konuyu irdelemek için daha iyi bir zaman olabilir miydi emin değilim. Bir yandan da biliyorum ki aslında yitirmek, boşluğu doldurmaya çalışmak, yokluğu dönüştürmek şu dönemin haricinde hayatımızın özeti. Belki de istemeye istemeye öğrendiğimiz, daha ne olabilir ki dediğimizde seviye atladığımız, idmanlı hâle geldiğimiz bir konu. Kayba alışma, kanıksama hâli…
Bu sergiyi salt politik ve sosyokültürel bir düzlemde yorumlamanın haksızlık olacağını düşünüyorum ancak duyumsadığım çağrışımların da üstünü örtemiyorum. Ayça Telgeren’in gördüğüm ilk andan beri yanına uzanma ihtiyacı hissettiğim heykelinde kaybettiğimiz köklerimiz, Burçak Bingöl’ün kusurdan yarattığı güzellikte her ne kadar parçalara ayrılsak da birleşme ihtimalimizin her zaman olduğu, Sophie Calle’nin mektuplarında ortak acılarımız, Gül Ilgaz’ın ses kaydında yitirdiğimiz çocukluğumuz ve çok kültürlü geçmişimiz aklıma geliyor. Mücadele ediş şekillerimiz farklı olsa da yokluklarımız ortak.
Sergi alanına dağılan umut hissi Burçak Bingöl’ün “Parçaları Çoğalır” adlı çiçeklerinden yayılıyor. Eserin fırında bir anda patlaması gibi negatif yorumlanabilecek bir şey sanatçının her bir parçayı kırıldığı yerden çiçeklendirmesiyle yeşeriyor. Sözleşilen, hasretle beklenen ama gelmeyen sevgiliden yola çıkan Sophie Calle’nin “Zarif Acı” adlı serisi özlemi derinden hissettiriyor. Sanatçı “hayatınızdaki en büyük acı nedir?” sorusuyla etrafındakilerin acılarını bir nevi sahipleniyor ve izleyiciyi kendi acısının yok oluşuna tanık ediyor.
Sergide “Geriye Kalanlar” adlı ses yerleştirmesi ve “Fırtına” isimli videosuyla yer alan Gül Ilgaz yokluk meselesine mekân kavramı üzerinden yaklaşıyor. Mekânın hafızasına muğlak sınırlar, mobilyalar üzerinden bakıyor. Ayça Telgeren’in sergideki çalışmaları Kafkas mitolojisinden ilham alıyor. Kafkas dağlarının izdüşümünden yola çıkan ve uzanmış bir kadın bedenini andıran “Düşgören” adlı eseri sergi girişinde oldukça vurucu şekilde izleyiciyi karşılıyor. Telgeren’in yokluğu geçmişteki anlatılmamışlara bir cevap niteliği taşıyor.
Tüm bu düşüncelerin ardından “benim için yokluk nedir acaba?” diye kendime sorduğumda soyut ifadelerden öte hayatımda ilk defa hissettiğim bir fiziksel his geliyor aklıma. Sophie’nin acısı gibi silikleştiğini düşünsem de bundan bir ay önce tam olarak hissettiğim boğazımda koca bir kara delikti. Gerçek olduğuna emin olduğum ama fiziksel olarak kanıtlayamayacağım bu delik benim kayıp hissimin izdüşümüydü belki de. Yokluk da paylaşılabilir, birlikte olmak, dönüşmek iyi gelebilir düşünceleriyle sergiden ayrılıyorum.